Barcelona’da uçaktan indiğiniz an, elinizdeki
“İspanyolca-Türkçe” sözlüğün hiçbir şey ifade etmediğini fark edeceksiniz!
Çünkü burası Catalan’ların şehri, ve Catalanca ile İspanyolca birbirinden
tamamen farklı… Havaalanında yönlendirmelerin her iki dilde de yapıldığını
görünce oldukça şaşırmıştım, ancak ilerleyen günlerde diller arasındaki farkı
anladıkça ne kadar mantıklı olduğunu anladım. Hatta Barcelona ve Madrid
haritaları arasında bile dil farkı var, birinde cadde “carrer” demekken
diğerinde “calle” (gezginler için bu kavram çok mühim olduğu için paylaşmak
istedim :)
Şehrin ana caddesi “La Rambla”. Her şehirde olduğu gibi
burada da bir çok turisti yolun aşağısından yukarısına doğru yürürken
görebilir, yol üzerinde bulunan milyon tane cafede içeceklerinizi
yudumlayabilir, restoranlarda karnınızı doyurabilir, hediyelik eşya
dükkanlarına uğrayıp görevlerinizi yerine getirebilirsiniz :) Bu caddeye açılan
birkaç güzel yer var, bir tanesi zengin bir Pazar alanı olan “La Boqueria”,
girişinde efsane çikolatacılar var, ben sonrasını pek gezmedim zaten :) Yine La Rambla’ya açılan
“Plaça Reial” fıskiyesi ve cafeleriyle meşhur küçük, keyifli bir meydan… La
Rambla’dan yukarı doğru (denize sırtınızı verince) çıktığınızda yolun büyük bir
meydana açıldığını göreceksiniz, burası meşhur “Plaça Catalunya”. Genelde şehir
gezi otobüslerinin ilk durağı burası, modern alışveriş merkezleri, büyük bir
metro istasyonu ve en önemlisi Hard Rock Cafe bu meydanda bulunuyor.
La Rambla’dan tam ters istikamete (yani denize doğru)
yürüdüğünüzde sizi “Monument A Colom” karşılıyor… Adından anlaşılacağı gibi bu
60 metre yüksekliğinde, tepesinde “Yeni Dünya”yı işaret eden bir Christopher
Columbus heykeli bulunan, görülmesi gereken bir yapıt… Burada birkaç fotoğraf
çektirdikten sonra – ki heykel çok yüksekte olduğu için kadraja sığdırmak biraz
zor oluyor:)-
hemen karşımızda ünlü “Port Vell” duruyor, biz de yayalar için inşa edilmiş
köprüden yürüyerek marinaya (diğer adıyla Moll D’Espanya) doğru ilerliyoruz.
Yürürken bir tarafta da (karşı marinada) “World Trade Center” binasını
görebilirsiniz. Port Vell’de bulunan “Maremagnum” alışveriş merkezine mutlaka
uğrayın, güzel bir alışveriş alternatifi olabilir. Hatta önündeki geniş ahşap
iskelede biraz mola verip denize karşı fotoğraf çekmeyi ihmal etmeyin… Aslında Maremagnumun hemen arkasında güzel
balık restoranları da mevcut, buralarda bir şeyler yiyip içebilirsiniz. Bir
şeyler yemek derken tabi ki “tapa” ve “paella” kastediyorum, detayları kısa
notlar kısmında vereceğim. Buraya kadar gelmişken bir de Port Vell’e bakan, hemen yanındaki diğer burun “Moll De La
Barceloneta”ya uğruyoruz. Burası aynı zamanda Catalunya Tarih Müzesi’nin
bulunduğu bir yarımada. Vaktiniz varsa girip dolaşabilirsiniz.
Şimdi fark ettim de konaklama ile ilgili tüyoları atlamışım!
Bence Barcelona’da konaklama için ideal yerler La Rambla civarındaki arka sokaklar…
Çünkü az sonra tavsiye edeceğim üzere Barcelona’yı dolaşmanın en mantıklı yolu
city sightseeing otobüslerine takılmak ve bu otobüslerin ana durağı Plaça
Catalunya, yani La Rambla’nın sonu. Bir de eğlence genelde bu yol çevresinde
şekilleniyor, bu nedenle fazla uzaklaşmamak iyi bir fikir olabilir. Ben her
zamanki gibi booking.com yardımı ile bir apartment buldum, otellere göre baya
uygun oluyor, deneyebilirsiniz…
Tekrar gezilecek yerlere dönüyorum; merkezde yürüyerek
gezebileceğiniz yerlerden biri “Catedral”, sanırım özel bir ismi yok :) Bir çok Avrupa
kilisesinde olduğu gibi yüzyıllık dini mimarilerle bezenmiş bir kilise. Eğer
kiliseler ilginizi çekmiyorsa girmeseniz de olur, giriş gereksiz pahalıydı diye
hatırlıyorum. Sadece kilisenin tepesine çıkmanıza izin verdikleri için buranın
manzarası güzel. Bunun yerine kilisenin içinden geçen bir sokak olan “Del
Bisse”den yürüyün, daha değişik bir deneyim… Hatta hemen yakınlardaki “Picasso
Müzesi”ne de gidebilirsiniz, çok büyük bir müze değil ancak merak edenler
Picasso’nun bazı eserlerini görebilirler…
“Arc de Triomf” yine
bir çok Avrupa şehrinde bulunan devasa geçitlerden biri. Civarında güzel
parklar var, bunlardan biri “Parc de la Ciutadella” ve parlament binası da
burada bulunuyor...
Bu kadar bağımsız dolaşmak yeterli diyoruz ve şimdi doğruca
bir sightseeing otobüs turu bileti alıyoruz. Biletleri Plaça Catalunya’da
bulabilirsiniz, farklı otobüs turlarının birer gişesi var, oradan temin
edebilirsiniz. Bence 2 günlük bir bilet alın, çünkü Barcelona’da görülmesi
gereken yerler birbirinden biraz uzak ve dağınık, dolayısıyla otobüsten inmek,
gezmek, tekrar binip başka bir yere gitmek biraz zaman alıyor. Genelde 3 farklı
rut oluyor, adam akıllı dolaşayım derseniz bir günde 1 rut bitirebilirsiniz…
İlk birkaç durağı bağımsız dolaştığımız için turumuza “Port
Olympic”den başlıyoruz. Burası olimpiyatlarda sporcuların konaklaması için inşa
edilmiş bir yerleşim alanı, önünde devasa plajlar var, üzerinde de bir çok cafe
bulunuyor. Çok zaman harcanacak bir yer değil, otobüsten inmeseniz de olur…
Devam eden durakların bir kısmı yine plaj durakları, eğer yaz döneminde
gittiyseniz arada inip denizin tadını çıkarabilirsiniz, ancak benim gibi
sonbahar-kış döneminde gittiyseniz hiç inip vakit harcamayın. İlerleyen
duraklarda ilginizi çekebilecek bir bina var, “Torre Agbar”, şeklini burada bir
şeye benzetmek istemiyorum ama görünce anlarsınız zaten, bina bu benzetmeyle
ünlüymüş, tur rehberi bile söyledi :)
Ve bir sonraki durak Barcelona ile bütünleşmiş efsanevi
Gaudi yapıtı; “Sagrada Familia”, diğer adıyla “bitmeyen kilise”… 1882 yılında
yapımına başlamış ancak bitimini göremeden hayatını kaybetmiş, mimarlar yapıyı
tamamlamaya çalışsa da, Gaudi’nin estetiği yakalamamışlar, zaten kilisenin eski
ve yeni yapılan yerlerini yan yana görünce bunu hemen anlıyorsunuz. Mümkünse bilet sırasında bekleyip içine de mutlaka girin, çok yüksek ağaç şeklinde kolonları
olan, inanılmaz cam işlemeleriyle süslü bir iç dizaynı var. Hatta içinde
kilisenin tarihini anlatan bir de küçük müzesi bulunuyor.
Sıra da yine Gaudi ailesi için yapılmış ve meşhur mozaik
süslemelerle dolu bir meydanın bulunduğu
“Parc Güell” var. Temelinde oldukça büyük, yeşil bir alan. Bir tepesinde
size harika bir Barcelona manzarası sağlayan bir yer var, fotoğraf çektirmek
için bire bir… Ana kapıda sağlı sollu iki Gaudi binası bulunuyor, hani şu
kurabiyelere benzeyen, köşesiz ve entresan kubbeleri olanlardan :)
Parc Güell’den çıkınca
hala vaktiniz varsa size önermek istediğim bir de “Tibidabo” tepesi var. Burası
Barcelona’nın en yüksek tepesi, en yüksek noktada bir kilise bulunuyor,
kilisenin eteğinde ise entresan bir şekilde konumlandırılmış bir lunapark
bulunuyor. Eşsiz Barcelona manzarasını görmek için çıkılabilir, ancak söylemem
gerekiyor ki çıkış biraz zahmetli. Tur otobüsünden indikten sonra önce bir
tramway ile tepenin eteğine gidiyor, oradan tepeye çıkmak için ayrı bir
finikülere binmeniz gerekiyor. Şanslıysanız sıra olmayabilir, ancak çok sık
kalkan ve büyük bir araç olmadığından sıra beklemeniz muhtemel!
Tibidabo durağından sonra tur şehir merkezine doğru devam
ediyor. Burada “La Pedrera” durağında inip yine entresan bir Gaudi eseri olan
bu binayı inceleyebilirsiniz. Bu binanın özelliği hiç köşesi ve düz duvarı
bulunmaması! Nasıl diye sormayın oluyormuş işte, ben de anlayamadım pek
görmeden :) Hemen karşısında yine bir Gaudi eseri olan “Casa Batllo” var, bu bina da kırık
seramik ve mozaiklerle süslü, çatısı ejderha derisine benzer şekilde yapılmış
bir bina. İki binanın da içindeki sergilere ücretli olarak girebiliyorsunuz.
İlk gün turumuz şehrin Doğu tarafını kapsıyorken, ikinci gün
turumuz tamamen Batı tarafına odaklı… Batı yakasında ilk olarak “Montjuic”
tepesini tırmanıyoruz. Burada olimpiyat stadyumu, biraz daha ilerisinde
Arkeoloji müzesi ve Kraliyet Sarayı bulunuyor. Bence bu civardaki en başarılı
ve görülmesi gereken yer “Poble Espanyol”; küçük bir Barcelona köyü gibi dizayn
edilmiş açık hava müzesi :) İçinde küçük küçük İspanya’nın farklı kesimlerindeki el işçiliği örneklerinin
bulunduğu dükkanlar, atölyeler, dar sokaklarında farklı tarzda cafeler var.
Giriş ücretli, ancak verdiğiniz paraya mutlaka değecektir, sevimli ve mola
vermek için güzel bir yer… Turun devamında inip de görmeye değer pek bir yer
yok. Vaktiniz varsa “Camp Nou”da inip Barcelona takımına ait müzeyi ve stadı
ziyaret edebilirsiniz…
Barcelona’dan kısa notlar:
- Barcelona’da kahvaltının vazgeçilmezi “Spanish Omlette”. Büyük bir pasta dilimi şeklinde önünüze gelen patatesli, karamelize soğanlı bu omleti her sabah yemek isteyeceksiniz!
- İspanya ile özdeşleşmiş en önemli tatlar Paella ve Tapa. Paella pirinç ile yapılan bir tava yemeği, tapa ise minik ekmeklerin üzerinde servis edilen bin bir çeşit et, tavuk, deniz mahsulu, sos, sebze, vs vs… Yani bulurlarsa koyuyorlar ve küçük bir aperatif gibi görünse de sürekli yediğiniz için oldukça doyurucu olabilir!
- Peki bunların yanında ne içiyoruz; tabi ki “Sangria”! Sodalı, meyveli, lezzetli İspanya şarabı!
- Barcelona’ya gitmişken denk getirin ve Camp Nou’da bir Barça maçına gidin! Efsane bir stad, biletler çok ucuz, hatta maç günü La Rambla’da yolda bir çok yerde satılıyor. Çünkü turistlere özel bir kontenjan var :)
- İyi bir metro ağı var, ama kullanmanızı tavsiye etmem. Çok tarihi bir şehir ve bu güzelliği yer altından geçerken görmeniz mümkün değil!
- Özellikle La Rambla üzerinde yürürken binaların tepesine bakın, her binanın çatısında farklı bir heykel var!
- Akdeniz insanı bir başka oluyor, gidince anlarsınız :)
Veee Madrid…
Barcelona’ya göre daha derli toplu, daha az turistik, daha
İspanyol bir şehir Madrid… Ben ara uçuş kullanarak gittim, Barcelona turu
içinde iki günlük ara bir Madrid turu verdiğim en doğru kararlardan biriydi
gerçekten. Madrid’i daha çok sevdim bile diyebilirim, çünkü kendi gibi bir
şehir burası, turizm iş sektörünün önüne geçmemiş. Tam bir başkent :)
En başta da belirttiğim gibi Madrid daha derli toplu bir
şehir olduğu için görülmesi gereken yerleri tam bir gününüzü ayırarak görmeniz
mümkün. Turumuza bir kraliyet sarayı olan “Palacio Real”den başlıyoruz. Bu
saray şehrin belki de en görkemli yapıtı, arkasında devasa bir bahçesi ve hemen
yanında kendi kadar büyük bir katedral olan “Catedral De La Almudena”yı
barındırıyor. Sarayın içine girişe izin vermiyorlardı ben ordayken, sanırım bir
seramoni vardı, normal dönemde sanırım girip gezebiliyorsunuz. Katedralin içine
giriş izniniz var, bol altın el işçiliği eserlerinin olduğu klasik bir
neo-gothic Avrupa katedrali. Zamanınız varsa gezebilirsiniz…
Katedrali tam olarak arkanıza alıp şehre doğru yürümeye
başladığınızda “Plaza Mayor”a ulaşıyorsunuz. Burası Madrid’in en meşhur meydanı
(meydan konsepti İspanya’da genel olarak çok popüler zaten), yine etrafı cafe ve
restoranlarla dolu, yemek yemek için güzel bir durak. Birşeyler atıştırdıktan
sonra tekrar yola koyuluyoruz ve Calle Mayor üzerinden şehrin önemli bir
merkezi noktası olan “Puerta Del Sol”a geliyoruz. Burası şehrin en büyük metro
istasyonunun bulunduğu, dolayısıyla bir nevi buluşma noktası diyebilirim.
Dilerseniz buradan metroya binip “Gran Via” ya gidebilir ve şehrin en popüler
alışveriş caddesinde takılabilirsiniz…
Ben gezilerimde alışveriş olayına pek girmediğim için gidilmesi
gereken dükkanlar gibi bir bilgi veremiyorum :) Bunun yerine gezilmesi gereken yerleri anlatmaya devam ediyorum… Del Sol’u
arkanıza alıp yürümeye devam ederseniz şehrin ana caddelerinden birine
ulaşacaksınız ve burası önemli binaların konumlandığı, yürüken çok vakit
harcayacağınız bir cadde. Ziyaret edeceğimiz en önemli yer tabi ki “Museo
Nacional Del Prado” yani Prado Müzesi! Avrupa’nın en önemli ve en büyük sanat müzelerinden biri
olan bu müzeyi mutlaka gezmenizi tavsiye ederim. Oldukça büyük, tamamını
dolaşmanız yarım gününüzü alabilir, benim vaktim olmadığı için genelde Goya’nın
eserlerinin olduğu yerleri gezdim, bu bile iki saate yakın sürdü :)
Müzenin hemen yakınında hoşça vakit geçirebileceğiniz bir
bahçe var “Real Jardin Botanico”. Bildiğiniz bahçelerden değil, içinde dünyanın
her yerinden geitirilmiş entresan bitkiler, ağaçlar, çiçekler, vs ne ararsanız
var. Biraz dinlenmek için küçük göletlerinin yanındaki banklara
oturabilirsiniz. Ancak giriş paralı, biraz da pahalıydı diye hatırlıyorum…
Jardin Botanico’dan sonra Atocha metro istasyonunu
geçerseniz başka bir ulusal sanat müzesi olan “Reina Sofia”ya gidebilirsiniz.
Ben vaktim olmadığı için girip dolaşamadım, ancak sanat müzesi severlerdenseniz
mutlaka ziyaret edin derim… Bunun yerine Prado müzesinin diğer tarafına doğru
yürümeye başlıyoruz ve karşımıza Madrid ile özdeşleşmiş bir çeşme olan “Fuente
De Cibeles” çıkıyor. Ünlü Antik Tanrılardan biri olan Cybele’nin iki aslan
tarafından çekilen bir arabada oturmasını yansıtan bu eser aynı zamanda şehrin
en popüler iş merkezi diyebileceğimiz Plaza De Cibeles’in tam ortasında…
Etrafında Cibeles Sarayı, Banco De Espania genel merkezi ve farklı küçük birkaç
sarayın daha olduğu bir meydan burası. Özellikle çeşmenin fotoğraflarını
çektikten sonra yürümeye devam ediyoruz ve bir başka önemli olan “Biblioteca
Nacional”a, daha da önemlisi hemen yanındaki Hard Rock Cafe’ye ulaşıyoruz :) Benim bir klasiğim bu,
her gittiğim şehirde uğramayı ve bir şeyler içmeyi hiç ihmal etmem Hard
Rock’ta, kokteyllerini şiddetle tavsiye ederim!..
Aslında Madrid’de görmemiz gereken bir çok yeri görmüş olduk
bu turda. Tabi ki Madrid’e kadar gelmişken eski başkent, İspanya’nın tarihi
anıtı ve Don Kişot’un memleketi “Toledo”ya gitmeden olmaz! Ben bir arkadaşımın
arabasıyla gitmiştim, ancak Madrid’den günübirlik turlar veya otobüsler de
mevcut. Toledo oldukça fantastik, büyüleyici bir eski Avrupa şehri… Aslında
şehir demek doğru değil, burası daha bakir kalmış bir yer; merkezdeki şatosu,
katedrali ve tüm yerleşim olan ufak binaları kapsayan surlar ile çevrelenmiş,
tarih kokan bir kent… Küçük dar taş sokaklar ile çevrili, girişi Bisagra
Kapısından, yani surun bir kapısı var ve oradan giriyorsunuz :) Merkeze orada
oturanların arabaları dışında araba sokulmuyor, çünkü yollar ciddi anlamda dar,
çok eski bir yerleşim merkezi olduğu için bu beklenen bir durum… Ufak tefek bir
sürü hediyelik eşya dükkanı var, en popüler hediyelik eşya tabi ki Cervantes’in
ünlü eseri Don Kişot’u anlatan zımbırtılar, çünkü Don Kişot’un hikayesi burada
geçiyor… Gittiğinizde göreceğiniz yerlerden en önemlileri San Servando Şatosu,
Alcantara Köprüsü ve Toledo Katedrali; zaten küçük bir yer olduğu için yarım
günde hepsini görebilirsiniz…
Madrid’e geri dönüyoruz ve akşam yemeği için alternatifleri
araştırıyoruz. Yine önceliğimiz tapalarda, ama Madrid’de bir de önemli bir
restoran bulunuyor, Botin, dünyanın en eski restoranı! Guiness bu şekilde
duyurmuş, biz de gitmişken içine girip yiyemesek de (çünkü günler öncesinden
rezervasyon yapmak gerekiyormuş) dışından şöyle bir baktık :) Yemek sonrası yine
Plaza Mayor civarındaki cafe-barlarda vakit geçirebilirsiniz…
Madrid’den kısa notlar:
- İspanya Matadorların şehri! Ve Madrid de en önemli boğa güreşi festivallerinin yapıldığı şehir! Ben festival zamanına denk gelmediği için gidemedim ancak merkezdeki en eski ve İspanya’nın en büyük arenası “Las Ventas”ı mutlaka görün.
- “Biscuita” adı verilen bisküvi dükkanlarından birini ziyaret edin ve milyon çeşit bisküvinin olduğu mis kokan kurabiyelerin tadına bakın.
- Üşenmeyin, bir metroya atlayın, Santiago Bernabeu durağında inin ve Real Madrid takımının evi “Bernabeu Stadyumu”nu görün!
- Yemeklerinde et tercih ediyorsanız ve domuz eti yemiyorsanız biraz zorlanabilirsiniz, neredeyse bütün etler “ham”, yani domuz eti, aklınızda bulunsun.
Barcelona; bir turist olarak görmek istediğiniz her şeyi;
tarihi, yemeği, eğlenceyi size sunan bir şehir… Madrid; İspanya kültürünün tam
bir yansımasını; iş hayatını, müzelerini, arenalarını görebileceğiniz bambaşka
bir şehir… İkisi de İspanya, ikisi de Akdenizli, ikisi de bin yıllık tarihin
izlerini taşıyan, ikisi de bambaşka bir deneyim…
DESPEDIDA – ESPANA
18.11.2010