Gezerken kendimi mutlu hissediyorum… Bilmediğim sokaklarda, tanımadığım insanların arasında, anlamadığım bir dilin konuşulduğu şehirlerde elimde haritam, boynumda fotoğraf makinem, sırtımda çantam… İşte o an benden keyiflisi yok…


Yavaş yavaş keşfetmeye başlıyorum gezegeni… Gezdikçe yazıyorum, birkaç yol çizmiş olmayı umut ediyorum merak edenlere…


Keyifle okuyunJ

28 Temmuz 2012 Cumartesi

EDINBURGH... "nam-ı diğer EDINBRA"

"Otantik" bir tatil durağı arıyorsanız, Avrupa'dan sıkıldım ama çok uzağa da gidemem diyorsanız, bir de viski hayranıysanız gidebileceğiniz en güzel yer Edinburgh... Anlatamadığım bir havası var bu şehrin, inanılmaz bir tarihi, sizi hayretlere düşüren hikayeleri, turist olarak dolu dolu gezebileceğiniz bir sürü farklı noktası var... Anlatmayı deneyeceğim ancak gidin, görün, mutlaka kendiniz yaşayın Edinbra'yı!

Uçaktan inince ilk yapmanız gereken bir Edinburgh Pass almak oluyor çünkü hem ulaşım hem de şehirdeki bir çok ziyaret edilesi yer için avantaj sağlıyor. 1-2-3 günlük versiyonları var, fiyat önce size pahalı gelse de emin olun fazlasıyla karşılığını veriyor (detaylar için http://www.edinburgh.org/pass/ sayfasına bakabilirsiniz). Havaalanından şehre "Airlink" adı verilen otobüsler var ve her 10 dakikada bir kalkıyor. Oldukça rahat bir şekilde şehre gidiyorsunuz ve tam şehir merkezinde "Waverley Bridge"de iniyorsunuz. Ve ilk şok geliyor! Haritadan her zamanki gibi adresi takip ederek otelinize varmaya çalıyorsunuz ancak haritada üzerinden geçmeniz gereken köprüyü tepenizde görüyorsunuz! Yanlış mı okuduk haritayı diyorsunuz ama bir hata yok :) Edinburgh'un coğrafi yapısı gereği, eski şehir olarak adlandırılan, Edinburgh Kalesinden başlayıp uzanan High Street, aslında adından da anlaşılacağı gibi yüksek bir tepenin üstünden geçiyor. Yani siz High Street'e ulaşmak için yokuş çıkmak durumundasınız, eğer paralelindeki caddelerde yürüyorsanız, ana caddenin altında kalmış oluyorsunuz :) Bir binanın giriş katı alt caddeye, 4. katı ana caddeye açılıyor! Kısacası garip dar sokaklardan veya merdivenlerden çıkıp ana caddeye ulaşabilirsiniz...


Şehir Avrupa'da sıkça rastladığımız "Eski & Yeni Şehir" ayrımına sahip. Eski şehrin en işlek caddesi "High Street", üzerinde bir çok hediyelik eşya dükkanı ve restoran bulunuyor. Caddenin bir ucu "Edinburgh Kalesi"ne açılıyor. Bizim de ilk durağımız burası olsun...


Edinburgh Kalesi, aslında büyük bir kayanın üstüne inşa edilmiş, şehrin en yüksek tepelerinden birinde. Girişte bir ücret ödüyorsunuz, dilerseniz biraz daha fazlasını ödeyip bir rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Yüksek konumda olduğu için güzel bir şehir manzarası var. Bizim gittiğimiz dönemde değildi ancak şehrin en büyük festivalleri ve de meşhur "Edinburgh Military Tattoo" burada yapılıyor. Tam bir görsel şölen, vaktiniz olursa mutlaka katılın!


Kaleden çıktığınızda sağ tarafta "Scotch Whisky Experience", sol tarafta ise "Camera Obscura, World of Illusions" var. İlginizi çekiyorsa buraları ziyaret edebilirsiniz. İlki size viski tarihini animasyonlarla anlatan ve ücretsiz tadım aktivitesi olan, alışveriş imkanı da tanıyan bir yer, Camera Obscura ise çeşitli illüzyon gösterilerinin olduğu, bir saat kadar keyifli vakit geçirebileceğiniz bir yer. İkisinin de girişi ücretli...




Edinburgh'un çok değişik hikayeleri olduğundan bahsetmiştim. Çok eski yıllarda cadıları ile ünlü olan bu şehirde, köprülerin ve bir çok binanın altında mahzenler bulunuyor. Şehirde sizi bu mahzenlerde dolaştıran bir çok korku turu var. Gizemli olayları severim diyorsanız, bu turlardan birine katılabilirsiniz. Bir de şehrin genel hikayesini ve "High Street"in geçmişini anlatan turlar var. Bunlara katılmak faydalı olabilir, cadde üzerinde hiç bilmediğiniz noktalarda inanılmaz hikayeler yatıyor, ilginizi çekebilir... Turlar cadde boyunca duvarlarda ve ilan panolarında duyuruluyor ve zaten başlama ve bitiş noktaları da hep cadde üzerinde. Bu yüzden önceden bilet almanıza gerek yok, orada parasını ödeyip katılabilirsiniz.


"High Street" i dolaştıktan sonra biraz merkezden uzaklaşıyoruz, spor ayakkabı, yedek tshirt ve bol su alarak "Arthur's Seat"e çıkıyoruz. Burası "Holyrood Park" içinde bulunan, yine şehrin en yüksek tepelerinden biri ancak çok enteresan bir yapısı var, tepenin üstü dümdüz! Genelde sivri uçlu olmasına alıştığımız tepelerden biraz farklı :) Aslında şehir içinden otobüsler de kalkıyor ancak en keyiflisi tepeye yürüyerek çıkmak. Şimdiden söylemeliyim biraz yorucu oluyor, yaklaşık 45 dakika yokuşta yürüyorsunuz ancak manzarası inanılmaz!


Arthur's Seat'in hemen eteğinde "Palace of Holyrood House" ziyaret edilebilir. Kraliyet Ailesine ait olan bu şatoda Kraliçe Elizabeth her yıl yaz başında bir haftasını geçirirmiş... 


Hemen yakınında bulunan "Dynamic Earth", özellikle çocuklar için ilgi çekici bir yapı. Uzay, yeryüzü ve canlılar hakkında animasyonlar ile birlikte bir çok bilgi edinebiliyorsunuz. Büyükler için çok heyecan verici olmayabilir ancak vaktiniz varsa Pass ile giriş yapabilirsiniz...


Yürümeye devam ediyoruz, hala yorulmadık :) Haritadan yolu takip ederek "Calton Hill"e çıkıyoruz. Burası "National Monumet", "Nelson's Monument" ve "City Observatory"nin yan yana bulunduğu bir tepe. National Monument yapımı yetersiz yatırımlar nedeniyle hiç tamamlanamayan, Yunan tarzı bir yapı. Mutlaka ziyaret etmeniz gereken "Nelson's Monument" ise teleskoba benzetilmeye çalışılan, gemiler için zaman göstergesi olması için inşa edilmiş (saat tam bir de tepesinde yükselen bir top tekrar düşüyor), ancak en tepesine çıktığınızda inanılmaz bir şehir manzarası ile karşılaştığınız, oldukça dar merdivenlere sahip bir yapı. Girişi çok uygun, mutlaka en tepeye kadar çıkıp bir resim çekmelisiniz!




Artık yorulduk :) Zaten akşam oldu, biraz eğlenceli yerler bulalım diyoruz ve "Grassmarket"ı keşfediyoruz. Burası yine yüzyıllar önce özellikle cadıların yakılması ile tanınan meşhur bir meydan. Ancak meydan çok renkli ve keyifli, yemek yemek ve akşam müzik dinlemek için harika bir yer. Bunun dışında akşam yemeğini "High Street" üzerinde, herkese hitap edebilecek farklı tarzlardaki restoranlarda da yiyebilirsiniz.




Biraz da yeni şehri gezelim diyoruz ve eski ile yeni şehri birbirinden ayıran yemyeşil, huzur dolu "West Princes Street Gardens"a gidiyoruz. Kahvaltınızı alıp, çimlere uzanıp güne güzel bir başlangıç yapabilir, veya gün içinde çok yorulduğunuzda dinlenmek için de gelebilirsiniz. Burada aynı zamanda "National Gallery of Scotlond" bulunuyor, müze sevenler mutlaka ziyaret etmeli...



Yeni şehre geliyorsunuz ve buranın hiç de yeni olmadığını görüyorsunuz :) Harika bir mimari ile inşa edilmiş, oldukça geniş caddelere ve simetrik bir yapılanmaya sahip, yine bir çok cafe ve restoranın bulunduğu bir yer. En yoğun caddesi "Princes Street", burada ünlü markaların mağazalarını bulabilirsiniz. Merak eden ve sevenler için bir not düşmek istiyorum; (beyler için) Hard Rock ve (bayanlar için) Primark da burada :)



Edinburgh'da burada yazamadığım daha bir çok şato, kilise, tarihi yapıt, bahçe, vs var... Ama yapmadan dönmeyin diyeceğim tek bir şey kaldı, o da bir "Highland" turuna katılmak!  İnternetten araştırdığınızda bir çok "Highland" turu göreceksiniz. Size en uygun rut ve fiyata sahip olan birine, en az günübirlik olacak şekilde katılın! Highland, İskoçya'nın Kuzey bölgelerine verilen bir ad. Burada farklı şehirler, inanılmaz doğa manzaraları, nehirler, ormanlar ve ünlü whisky district'ler var. Bir gün öncesinden, ana caddede yer alan tur şirketlerinden biri ile anlaşıyoruz ve ertesi gün erken saatte kalkacak otobüste yerimizi alıyoruz. Dediğim gibi, farklı konseptlerde farklı turlar var, kimi sadece uzak şatolara yönelik, kimi nehir ve orman turları, kimi viski turları, kimi karma turlar. Otobüs bizi alıyor ve gün boyunca harika yerler geziyoruz... Stirling Şatosuna gidiyoruz, William Wallace için inşa edilen Wallace Monument'ı görüyoruz, İskoçya'nın meşhur ineği "Hamish" ile tanışıyoruz, bir whisky district'e girip viskinin nasıl yapıldığını öğreniyoruz, dönüşte orman yürüyüşü yapıyoruz, bir çok güzel fotoğraf ile ayrılıyoruz... Farklı ve keyifli bir gün geçirmek için mutlaka yapmanız gereken şeylerden biri Highland turlarına katılmak...



Gezdik, gördük, ama bir kaç notum daha var:)

Edinburgh'dan Kısa Notlar:

  • Edinburgh tam olarak gençlerin ve festivallerin şehri! Üniversite dolayısıyla nüfusun çoğunun genç olduğu söyleniyor, özellikle Avrupadaki en eğlenceli festivaller burada gerçekleşiyor. Yıl boyunca bir çok festival var, mutlaka birine katılın!
  • Her menüde gördüğünüz meşhur appetiser "Haggis"i mutlaka deneyin! Kıymalı, havuçlu, patatesli ve soslu güzel bir şey :)
  • Harry Potter'ın yazıldığı cafe olan "Elephant House"da bir kahve için,
  • Ana dil ingilizce olduğu için iletişim rahat, ancak anlamakta biraz zorlanabilirsiniz :)
  • Alacağınız en güzel hediye, ünlü iskoç desenli, ekoseli bir atkı!


Şimdi yazınca yine orada olmak geldi içimden... Kendi hikayesi olan bir şehir Edinburgh; sizi şaşırtan, kimi zaman korkutan, sonra rahatlatan, eğlendiren, biraz yoran, ama gittiğinize kesinlikle değecek, siyahlaşmış taş binalarını hiç unutmayacağınız bir gezi durağı... 


FAREWELL - EDINBRA

28.07.2012

11 Haziran 2012 Pazartesi

PARIS… “Bon Apetite”

Blog yazmaya başladıktan sonra gittiğim bir şehir burası… Bu sefer her yere alıcı gözle baktım, ne var ne yok ne içilir ne yenir nerde gezilir doğru isimleri paylaşabilmek için unutmamak adına küçük bir not defteri ile gezdim. Gezerken fark ettim ki, Paris aslında bir aşk şehri değil! Şehrin her sokağında var olan olağanüstü bir mimari, yüzyıllık imparatorluktan kalan inanılmaz tarihi binalar, bir de alışveriş için yaratılmış bir cadde… Bunlar size romantizm ile ilgili bir şey çağrıştırdı mı? Hayır :) Paris bence tarih ile modernizmin çok güzel harmanlandığı bir şehir, daha fazla sıfat yüklememek gerek…



Gelelim Paris gezi notlarımıza… Her zamanki gibi yazıma ulaşım ile başlıyorum. Orly havalimanını kullanan bir kişi olarak ulaşımın şehir merkezine çok rahat olduğunu söyleyebilirim. Havaalanının içinde “Orlyval” gişelerine gidiyorsunuz, gereksiz pahalı olan bir bilet alıyorsunuz ve sizi “Antony” durağına ulaştıracak olan metroya biniyorsunuz. “Antony” durağından sonra şehrin ana tren hatlarından biri olan “RER B”ye biniyorsunuz ve şehirde otelinize en yakın durakta iniyorsunuz. Paris’te diğer bir çok Avrupa şehrinde olduğu gibi iyi bir metro & tren ağı var. Her yere rahatça ulaşabilirsiniz. Tren hatları RER A,B,C,D,E, metro hatları ise 1,2,3,… gibi ifade ediliyor. Bazen aynı yerden iki farklı metro veya tren geçebiliyor, bu yüzden beklerken tabelalara iyi bakın, sizinkinden öncekine binmeyin :) “Chatelet” durağı neredeyse bütün metro ve tren hatlarının ortak bağlantı durağı, dolayısıyla bu durağın bulunduğu civar çok hareketli, etrafta cafe, bar, alışveriş mekanları, vs bulabilirsiniz.

Paris “La Seine” nehri ile tam olarak ikiye ayrılmış bir şehir. Entresan bir şekilde gezilecek yerler de iki tarafa eşit dağılmış. O yüzden siz de benim gibi bir gün nehrin bir tarafını, diğer gün diğer yakayı gezebilirsiniz. Önce nehrin güney yakasından başlayalım…



Chatelet durağından yüzümüzü nehre dönüp ilerliyoruz. Karşımıza iki adacık çıkıyor; bunlardan biri St. Michel –ki “Palais De Justice” ve gotik mimarinin ilk örneklerinden “Notre Dame” bu adacıkta yer alıyor. Notre Dame Katedralini gezmek için biraz vakit ayırıyoruz, eğer vaktimiz varsa uzun kuyrukta beklenip katedralin en tepesine de çıkılabilir. Buradan nehre sırtınızı verip sola doğru yürürseniz bir botanik bahçesi olan “Jardin Des Plantes”i gezebilirsiniz. Yine yakın mesafede bulunan Quartier Latin bölgesinde ziyaret etmeniz gereken bir yapı “Pantheon”; Fransız entellektüellerinin gömüldüğü bir anıt mezar var, oldukça görkemli bir yapı… Ayrıca aynı bölgede mutlaka ziyaret etmeniz gereken “Palais Du Luxembourg” bulunuyor, bir saray ve sarayın bahçesinden oluşan, mola vermek için keyifli bir durak…



Yolumuza devam ediyoruz ve Paris’in en büyük sanat müzelerinden biri olan “Musee D’orsay”a varıyoruz. Sanat müzesi sevenlerdenseniz mutlaka birkaç saatinizi buraya ayırın, ama Paris’te bana Louvre yeter diyorsanız, Orsay’ın hemen yakınında bulunan ve Paris ile özdeşleşmiş “Eiffel Tower” a koşun! Koşun diyorum çünkü sırada önünüze ne kadar az insan girerse o kadar az beklersiniz :) Ya da hiç sıra beklemeyeceğiniz bir yöntem biliyorum… Eiffel Tower toplam 3 kattan oluşuyor, her katta durup fotoğraf çekebileceğiniz, 360 derece panaromik balkon var. Eğer kulenin altında sizi ilk iki kata çıkaracak asansör kuyruğu beklerseniz, yılın hangi ayı olursa olsun en az 2-3 saati gözden çıkarın! Ya da siz de benim gibi hiç asansör kuyruğuna girmeden direk merdivenler gişesine gidin ve ilk iki katı merdivenle çıkın! Kulağa biraz korkunç gelse de, tahmin ettiğiniz gibi uzun bir yol değil. İlk kata durmadan tırmanırsanız 10dkda çıkıyorsunuz, zaten arada fotoğraf çekmek için soluklanıyorsunuz. Sonra bir 10 dk daha, ve 2. kattasınız. Bundan sonrası çok kolay çünkü 3. kata sadece asansör var ve burada asansör sırası çok daha kısa ve hızlı ilerliyor. 3. katta manzara tabi ki harika, vazgeçmeyin ve mutlaka çıkın. Bu yöntem ile yaklaşık 1 saatte tüm Eiffel katlarında resimlerinizi de çekmiş bir şekilde turu tamamlayabilirsiniz, sırada beklemektense bu yöntemi tavsiye ederim :)



Eiffel tam nehir kenarında, dolayısıyla bir tarafı o meşhur çimlere bakıyor, diğer tarafı ise köprü ve hemen arkasındaki başka bir müze olan “Musee de la Marine”e. Eiffel çimlerinin bir esprisi, gece bir çok gencin buraya gelip şarap keyfi yapması… Yakın bir marketten şarabınızı alıyorsunuz, çimlerde üstüne oturmak için bir de torba kapıyorsunuz, sonra harika ışıklandırılmış Eiffel’e karşı keyif yapıyorsunuz. Ne unuttuk? Tirbuşon :) merak etmeyin, etrafınızda sizin gibi bir sürü keyif insanı var, birinden istersiniz :) Bu arada etrafta sürekli elinde şarap ile dolaşan ve size satmaya çalışanlar oluyor, onlardan da temin edebilirsiniz. Bir de gece tam 23:00'te Eiffel’de 10 dklık bir ışık gösterisi oluyor, onu da izlemeyi unutmayın.



Gelelim nehrin diğer yakasına… Burada önemli duraklardan biri “Champs-Elysees” caddesi, yani dükkan kiralarının dünya üzerinde en pahalı olduğu cadde. Dünyaca ünlü markaların sıra sıra dizildiği bu caddede ister yemek yiyebilir, ister bir şeyler içebilir, isterseniz Paris’in en ünlü kabarelerinden “Lido” da bir gösteriye katılabilir (biraz pahalı, gitmeden rezervasyon yaptırmalısınız), ya da dünyanın en lezzetli macaronlarını yapan meşhur La Duree’de macaron yiyebilirsiniz. Champs-Elysees caddesinin bir ucunda “Arc De Triomphe” (Zafer Takı) bulunuyor, Napolyon tarafından inşa edilmiş ve 1. Dünya savaşında savaşan Fransız askerlerine adanmış bir yapıt. Zafer Takı’nın en üst katına çıkabiliyorsunuz, bu yapıt aynı zamanda 12 caddenin bağlantı noktasında bulunduğu için size çok harika bir manzara sunuyor, tabi ki 12 caddenin en ünlüsü Champs-Elysees’yi de buradan güzel fotoğraflayabiliyorsunuz.



Champs-Elysees caddesinin diğer ucu “Place de la Concorde”, 1700lerde bir nevi Fransa’nın idam meydanı olan büyük alana çıkıyor. Burada Luksor dikilitaşı ve Strasburg heykeli gibi yapıtları görebilirsiniz. Meydandan devam edince büyükçe bir bahçeyle, “Jardin Des Tuileries”, karşılaşıyorsunuz. Bu bahçe aynı zamanda eski kraliyet sarayı olan “Louvre”un bahçesi gibi, çünkü hemen bitiminde (ya da diğer taraftan gelirseniz Louvre’un önünde) yer alıyor. “Musee Du Louvre”, dünyanın en ünlü ve büyük müzelerinden biri, bu nedenle Paris’e geldiğinizde mutlaka en az yarım gününüzü bu inanılmaz müzeyi gezmeye ayırmalısınız. Müze giriş biletinizi önceden almanız bilet sırasında beklememeniz ve boşuna zaman harcamamanız anlamına geliyor. Müzede dünyaca ünlü sanat eserlerini (Hamurabi, Afrodit, Napolyon’un kraliyet daireleri ve tabi ki Mona Lisa) görebilirsiniz. Mona Lisa’nın önündeki kalabalıktan korkmayın! Biraz uğraşırsanız tablonun en önüne kadar ulaşabilir ve resmini çekebilirsiniz…



Paris’te herkesin mutlaka gidilmesini önerdiği ama benim umduğumu bulamadığım bir de “Montmartre Tepesi” var. Buraya metro ya da tren ile ulaşabilirsiniz. Tepenin en tepesinde :) ünlü kilise “Sacre Coeur” var, manzarası güzel, oldukça dik bir tepede. Sacra Coeur’e çıkarken çanta ve kıymetli eşyalara dikkat! Etraf çok kalabalık ve tehdit edici unsurlar olabilir! Eğer Montmartre’ı keşfetmek isterseniz, kilisenin hemen yanından 10 dakikada bir kalkan “Montmartre Treni”ne binebilirsiniz. Tren size yaklaşık 30 dakikalık bir tur attırıyor, size tepede bulunan önemli yerleri anlatan bir rehber oluyor. Uğradığı noktalardan biri ünlü kabare “Moulin Rouge”, namı-ı diğer Kırmızı Değirmen, benim için yine bir hayal kırıklığı, çünkü resimlerde gördüğümüz o ışıklı kabare aslında iki binanın arasında kalmış, sönük bir kabareymiş… Montmatre’da ziyaret edebileceğiniz bir yer de Ressamlar Tepesi, ama burayı yeşillik bir tepe gibi hayal etmeyin! Sadece küçük bir meydan, içinde bir çay bahçesi ve bahçenin etrafında karakalem, yağlıboya, vs resimlerinizi çizen ressamlar var. Evet çizdikleri profil resimleri gerçekten başarılı, tanesi 40-50 euro civarı (2012). Montmatre ile ilgili en iyi şey hediyelik eşya dükkanlarında hediyeliklerin şehir merkezine oranla çok daha uygun fiyatlı olması, buradan hediyelik alışverişinizi yapın derim…



Genel olarak Paris’te görülmesi gereken yerleri gördük… Akşamları ne yapılır derseniz, gidilebilecek güzel yerlerden bazıları, Quartier Latin, Saint Michel ve Malais civarları; buralarda güzel ve her tarzdan cafeler var, biraz uğraşırsanız barları da keşfedebilirsiniz. Yemek için kırmızı et ve şarap tercih edebilirsiniz, unutmayın ki Fransa’da iyi pişmiş et çoğunlukla yapmıyorlar, etin tadını alıyormuş, genelde orta ve az pişmiş tercihler var, garsondan özel olarak rica ederseniz iyi pişmiş alabilirsiniz.



Son olarak Paris’in biraz dışına çıkıyoruz, ve çocuklar gibi şen hissedeceğimiz o yere, “Disneyland Paris”e gidiyoruz! Paris’e gelipte mutlaka yapmanız gereken bir şey varsa o da Disneyland’a gitmek derim! Kaç yaşında olursanız olun, eğer eğlenceyi seviyorsanız bu dünyayı görün! Bulunduğunuz yere en yakın RER-A durağına gidin, son durakta inin. Disneyland Paris 2 parktan oluşuyor, Walt Disney Studios Park ve Disneyland Park. İkisinde de çok eğlenceli aktiviteler var, big thrill roller coaster’ler inanılmazzz!!! Tabi her yaştan insana yönelik bir çok alternatif mevcut. Tavsiyem Studios Park erken kapandığı için önce onu dolaşmanız, bir de mutlaka “Fast-Pass”leri kullanın. Bunlar size aktivite kuyruklarından kurtulmak için fırsat veriyor, fast pass’e biletinizi okutuyorsunuz, o size aktiviteye katılacağınız saati söylüyor, size de o saat geldiğinde hiç sıra beklemeden oyuncağa binmek kalıyor! Tabi bazıları çok ileri saatlere verebiliyor, o zaman çok sıra yoksa sıraya girebilirsiniz. Çok eğleneceksiniz, çılgınca alışveriş yapmak isteyeceksiniz. Dediğim gibi çocuklar gibi şen hissedeceksiniz :)

Veee Paris’i de bitirdik… Hakkında söylemem gereken son birkaç şey daha var tabi:

Paris’ten Kısa Notlar:

  • Bu şehirde de trafik ışığı merhumu pek yok, insanlar yeşili beklemeden yola atlayabiliyor, araçlar dikkatli ama siz daha dikkatli olun.
  • Dondurmaları gerçekten harika! Mutlaka tatmak lazım.
  • Sabah kahvaltılarınızda iki alternatifiniz var; kruvasan ve panini!
  • Servis oldukça yavaş! Sabırlı olun, mutlaka sonunda bir garsona sesinizi duyurabileceksiniz.
  • Metro için 10’lu biletleri tercih edin, daha uygun fiyata geliyor.
  • Bol yağmur alan bir şehir, yazın ortasında değilseniz mutlaka çantanızda şemsiyeniz bulunsun.
  • “Fransızlar İngilizce konuşmuyor” tezi tamamen yanlış! Hiç merak etmeyin, ihtiyacınız olan hizmetleri sunan herkes sizinle hiç itiraz etmeden İngilizce konuşuyor, sadece diksiyonları biraz farklı :)



Gezdik, tozduk, yedik, içtik… Bir turist olarak Paris’in de tadını çıkardık. Karşımıza bir aşk şehri çıkmadı belki ama, hayatımızda gördüğümüz en güzel binalar, caddelere dönük keyifli Fransız cafeleri, dünyanın en pahalı alışverişini yapabileceğiniz yerler, bir zamanlar buranın bir imparatorluk olduğunu anlatan ve adım attığınız her yerde karşınıza çıkan görkemli tarihi yapıtlar, hepsi size şık ve değerli bir şehirde olduğunuzu anlatıyor… Paris’te olmak, zengin olmak gibi bir şey :)

AU REVOIR - PARIS
11.06.2012

2 Nisan 2012 Pazartesi

LONDRA… “Mind the gap!”

Hep aklımda olan, nedense etrafımdaki herkesin en az bir kez gitmiş olduğu Londra’ya gidişim büyük bir şans eseri oldu, 2012 yılında… Bahsedilen kadar büyük, bahsedilen kadar eğlenceli ve cosmopolit bir şehir olduğuna ben de inandım görünce :) Size mümkün olduğunca kısa Londra gezimde yaptığım çıkarımlardan bahsedeceğim; 2,5 günde Londra bir başına nasıl gezilir? :)


Öncelikle belirtmek isterim ki Londra’ya gidiş uçak biletleri oldukça pahalı. Tavsiyem gitmeden çok önce biletleri almanız, mevsim hiç fark etmiyor, her zaman yoğun bir hava trafiği var bu nedenle bilet rezervasyonlarına dikkat! Ben Londra’da Heathrow Havaalanını kullandım. Havaalanından şehir merkezine gidiş oldukça rahat. Bavulunuzu aldıktan sonra havaalanı içerisinde “Underground” tabelalarını takip ediyorsunuz, zaten tek bir line var, Piccadilly Line, yaklaşık 40 dk içinde şehir merkezine varmış oluyorsunuz. Heathrow’dan şehir merkezine diğer bir transfer yöntemi de şehir merkezinde Paddington Tren İstasyonundan hareket eden “Heathrow Express”. Bu daha pahalı bir yöntem ancak 15 dk içinde havaalanına (veya şehir merkezine) ulaşım sağlıyor. Ayrıca Heathrow Express biletlerinizi online alabilir ve hem zaman hem fiyat tasarrufu sağlayabilirsiniz.

Herkes gibi ben de öncelikle Londra’daki çılgın metro ağından bahsetmek istiyorum. İnanılmaz! Şehirde her yere metro ile ulaşabilirsiniz, ancak dikkat etmek gereken bir nokta metro biletlerinin pahalılığı! Eğer çok metroya binmeyeceğim, yürüyüp şehri görmek istiyorum derseniz tavsiyem günlük pass’ler almanız, çünkü bir şekilde yolu kısaltmak için metro kullanılıyor… Ama metroyu sık kullanırım diyorsanız Oyster Card alıp (bizdeki İstanbul Kart:)) istediğiniz zaman yükleme yapıp, indirimli geçişlerden faydalanabilirsiniz. Bu arada unutmadan söyleyeyim; tüm bu bilet/kartları metro istasyonlarında kredi kartınız ile kiosklardan alıyorsunuz … Bazı metrolarda ne yazık ki yürüyen merdiven olmayabiliyor, bavulunuzla birlikte merdiven çıkmaya hazır olun :) Ayrıca Londra metrosu ile halkın diline yerleşmiş şu deyimi de bol bol göreceğinizi unutmayın; “Mind The Gap”!


Şehrin ana caddesi “Oxford Street”. Burası her saat kalabalık olan, sağlı sollu bir sürü mağazanın ve hediyelik eşya dükkanlarının olduğu, ortasından otobüslerin ve kısmen müstakil araçların geçtiği, altından boydan boya metronun uzandığı, eğlenceli bir cadde…  Cadde boyunca yemek için fazla alternatif yok ancak bol bol Starbucks, Cafe Nero ve bir İngiliz klasiği olan Costa zincirlerini bulabilirsiniz. Yolun bir ucu Marble Arch’a ve Hyde Park’a çıkıyor, ortalarında Oxford Circus var, sonlarına doğru sağa sapan bir yol meşhur Soho’ya çıkıyor. Yaklaşık 45 dakikada yolu boydan boya yürüyebilirsiniz. Tavsiyem yolun üstünde Marble Arch çıkışına yakın bulunan Primark mağazasını mutlaka ziyaret edin ve ucuz alışverişin tadını çıkarın!

Zamanınız benim gibi azsa ve görülmesi gereken her yeri görmek istiyorsanız mutlaka bir Hop on Hop off otobüs turu bileti alın derim. Londra merkezde 4 farklı Bus Tour var, ben “Big Bus Tour” kullandım ve oldukça güzeldi. Şimdi otobüs duraklarını ve gezi notlarımızı sıralayalım:


Turumuza Oxford Circus’tan Piccadilly Circus’a yürüyerek başlıyoruz…  Londra’da bir çok müzikalin sergilendiği tiyatro binası mevcut ve bu meydanda bunlardan bazılarını görebilirsiniz. Picaadily Circus’tan 5 dk yürüme mesafesinde Trafalgar Square bulunuyor, burası birbirinden farklı bir çok tarihi anıtın (National Gallery, Nelson’s Colomn, vs) bulunduğu büyük bir meydan. Genelde kutlamaların yapıldığı bir yer. Buradan otobüse binerseniz 10 dk içinde “London Eye” durağında inebilirsiniz. London Eye mutlaka ziyaret edilmesi ve deneyimlenmesi gereken bir aktivite, gitmeden önce internetten biletinizi alırsanız işiniz oldukça kolaylaşıyor. Eye’a binmeden önce mutlaka 4D gösterisini izleyin (bilet alan herkese ücretsiz), oldukça keyifli:) Sabah erken saatlerde giderseniz çok fazla sıra beklemeyebilirsiniz ancak saat ilerledikçe London Eye sırası alabildiğine uzuyor! Yine de Londra’ya o yükseklikten bakmak gerçekten paha biçilmez…


Sonrasında hemen yakındaki Golden Jubilee Bridge’de bir fotoğraf çekebilirsiniz, burası sadece yayalar için tasarlanmış estetik bir köprü. Manzarasında London Eye ve Big Ben var. Turun devamında “St Paul’s”, “London Bridge” ve “Tower Bridge” var. Tower Bridge’de dilerseniz benim gibi sadece köprüyle fotoğrafınızı çektirebilirsiniz ya da isterseniz müzesine de girebilirsiniz… Yanında bulunan meydanda karnınızı doyurabileceğiniz küçük büfeler mevcut. Köprü şehrin oldukça doğusunda, bu nedenle sakın oradan yürüyerek dönmeye çalışmayın :)


Tower Bridge’den bindiğimiz tur otobüsümüzden “Parliament Square”de iniyoruz. Burada Big Ben’i, Parlament Binalarını ziyaret edebilirsiniz. Hemen karşısında da “Westminister Abbey” bulunuyor. Bu katedral ziyareti sonrası St James’s Park içinden yürüyerek –ki kesinlikle tavsiye ediyorum, bahar da inanılmaz bir park oluyor- “Buckingham Sarayı”na ulaşabilirsiniz. Saray çok görkemli, önünde şehrin iki tarafına uzanan çok keyifli bir yol var, biraz zaman ayırıp bu yolda yürüyebilirsiniz.


Eğer Wellington Arch tarafına çıkarsanız otobüsün bir sonraki durağı “Harrods”. Burası bildiğiniz ve bilmediğiniz dünyaca ünlü bir çok stilistin markalarının sergilendiği, uçuk fiyatlı alışveriş yapmak isteyenlerin durağı :) İçinde Prenses Diana ile aynı kazada hayatını kaybeden Mohammed Al-Fayed’in bir anıtı da var (zaten Harrods Fayed’in ortak olduğu bir upmarket).

Otobüsümüz kraliyet ailesinin evlerinin olduğu “Kensington” dan, “Portobello Street” yakınından, “Notting Hill”den ve “Hyde Park”ın yanından geçiyor. Dilerseniz bu büyük parklarda biraz nefes alabilirsiniz… Zaten turlar genelde burada son buluyor.

Londra’da mutlaka ziyaret edilmesi gereken iki önemli durak daha var; “Madame Tussaud’s” ve “British Museum”. Ben Madame Tussaud’s ziyareti yapmadım ancak British Museum için şöyle bir yorum yapmak isterim; eğer siz de benim gibi pek sanat müzesi sever biri değilseniz, bu müzeye 3 saat ayırın :) Eğer sanat severseniz belki de tüm gününüzü burada geçirebilirsiniz! Müzede insanlık tarihindeki çok önemli bir çok medeniyetten alıntılar bulunuyor. Özellikle Mısır koridorlarını mutlaka görün derim! Müze “Totenham Court Road” metro istasyonunda inince 10 dk yürüme mesafesinde…


Böylece Londra’da görülmesi gereken yerlerin çoğunu görmüş oldunuz, ancak bitmedi :) Benim en sevdiğim yerlerden biri “Covent Garden” oldu. Burası küçük bir meydan, ortasında “Covent Market” var. Meydan adeta bir buluşma noktası, şehrin tam merkezinde… Günün her saati sokak gösterileri var, hatta akşam saatlerinde market alanının içinde yeni albüm çıkaran gençler canlı müzik ile albümlerini tanıtıyor ve satıyorlar, oturup yarım saat dinlemişliğim var :) Buraya gündüz uğrarsanız atıştırmalık bir çok yeme içme opsiyonunuz oluyor. Akşam uğrarsanız civarda güzel restoranlar var…

Londra’da bir çok “Pub” görecekseniz, ancak çoğu gece 23:00 gibi kapanıyor, çünkü İngilizler iş sonrası alkol almaya başlıyorlar ve bu saat onların eve dönmesi için ideal :) Eğer gece geç saatlere kadar eğlenmek istiyorsanız Soho’nun yakınlarında bulunan kulüpler veya “Leicester Square” civarında barlar mevcut… Açıkçası Londra’nın her yerinde gece hayatı canlı ve barlar var, birilerine sorup sizi yönlendirmesini bile isteyebilirsiniz…

Londra’dan kısa notlar:
  •          Yayaların kırmızı ışığa saygısı pek yok, yol boşsa kimse ışığı beklemiyor! Siz mutlaka dikkat edin!
  •          Vaktiniz varsa bir akşam mutlaka tiyatroya veya müzikale gidin! Çok meşhur oyunlar var.
  •          Sabah kahvaltıları biraz ağır oluyor, bol kızartmalı :)
  •          Sütlü çay için! İngiltere çay tüketiminde dünyada bir numara, dolayısıyla lezzetli çayları var, süt ile daha hafif bir lezzeti oluyor.
  •          Prizler bizimkinden farklı olduğu için (3 girişli) gitmeden varsa birilerinden temin edin mutlaka! Unutursanız da havaalanından veya merkezdeki tekno marketlerden alabilirsiniz.



Londra… Her dilden, her renkten, her inançtan insanın aynı yollarda yürüdüğü; günün sona ermediği, her saat yaşam dolu; renkli; tarihi; hem zengin hem fakir; bir nevi İstanbul sanki… İnanın kendinizi hiç yabancı hissetmeyeceğiniz nadir Avrupa şehirlerinden biri, çünkü Londra’da herkes yabancı!..

BYE – LONDON
28.03.2012

5 Haziran 2011 Pazar

AMSTERDAM… “Hallo tegen de vrijheid!”

Amsterdam… Çapı küçük ancak eğlencesi büyük şehir… :)

Amsterdam’a keyifli bir arkadaş grubuyla gitmenizi öneririm ve de her gece birinizi nöbetçi atamayı :) Çünkü doğası gereği Amsterdam’da eğlencenin dozunu kaçırma ihtimaliniz yüksek. Çok fazla tarihi anıtlarla süslü bir şehir değil ancak kanalların böldüğü birbirinden renkli sokaklarında yürümek bile insana büyük keyif veriyor. Bazen gün içinde aynı yoldan beş kere geçme durumunuz olabiliyor (ki otel ve gidilecek yerler arasında mesafeniz çok olmayacağı için bu sıklıkla başınıza gelebilir) ama sadece yürüyerek bir şehri baştan sona dolaşabilme fırsatı paha biçilmez…


Amsterdam ile ilgili söylemem gereken ilk ve belki de en önemli konu “Bisiklet Tehlikesi”! Şehirde geçiş üstünlüğü bisikletlerin ve bisiklet sayısı İstanbul’daki araba sayısından fazla olabilir! Tahmin edersiniz ki her an üstünüze yürüyen bisikletlilerle karşılaşabiliyorsunuz burada… Sakın onlara özel ayrılmış yollarda yürümeye kalkmayın, çekinmeden çarpabilirler, başıma gelmişliği var :)


Amsterdam’da merkez kabul edilen meydan “Dam” adında, civarında çeşitli sokak gösterileri, festivaller, kutlamalar yapılan, bolca cafe ile çevrelenmiş bir alan. Ayrıca ünlü “Madame Tussaud’s” müzesi de bu meydanda bulunuyor. Tavsiyem bileti sakın kapısından almayın, şehrin içinde bir çok noktada (özellikle Dam çevresinde) şehirdeki aktivitelere bilet satan dükkanlar var. Oradan alırsanız ucuza giriş öncelikli bir bilet sahibi olabilirsiniz. Amsterdam’daki Madame Tussaud’s çok büyük değil, en fazla bir saat içinde müzeyi gezmiş ve içinde dilediğiniz fotoğrafları çekmiş olabilirsiniz.


Dam meydanından “Central Station”a çıkan “Damrak Street” şehrin yine en kalabalık ve popüler sokaklarından… Bir çok cafe, hediyelik eşya dükkanları vs ile dolu. Amsterdam’ın ünlü “Sex Müzesi” de bu yol üzerinde bulunuyor. Vaktiniz varsa ve merak ediyorsanız çok da büyük olmayan, iki bina içine konumlanmış bu müzeyi de dolaşabilirsiniz. Ayrıca kanal turlarından bazıları yine bu yol üzerinden hareket ediyor. Kanal turları oldukça ucuz, ve de Amsterdam’ı keşfetmek için oldukça keyifli, mutlaka bir tura bilet alın ve katılın derim…  Bir çok şehirde bulunan “Hop on Hop Off” mantığı burada kanal turlarında mevcut. Genelde size üç farklı rut sunuyorlar ve bu rutlar üzerinde istediğiniz noktalarda tekneden inebiliyorsunuz. Bu arada unutmadan Central Station’a da mutlaka uğrayın derim, çok büyük ve tarihi bir yapı. Amsterdam’ın diğer şehirlerle olan bağlantısı bu istasyon aracılığı ile sağlanıyor.

Şehrin bir diğer popüler meydanı “Leidseplein”. Burası yine bar, cafe, yeme-içme yerleriyle çevrelenmiş küçük bir meydan. Burada da canlı müzik gösterileri olabiliyor, gençlerin daha çok tercih ettikleri bir muhit. Günün her saati oldukça kalabalık.


Leidseplein meydanından Dam meydanına doğru yürümek için kullandığınız “Leidsestraat” keyifli bir sokak, etrafında güzel pastaneler ve mağazalar var. Bu yol üzerinde meşhur “Flower Market” ile de karşılaşacaksınız. Mutlaka bu küçük markete uğrayın. Sıra sıra bir sürü çiçekçi oluyor, çok çeşitli çiçekler, tohumlar ve tabi ki meşhur Lale soğanları satılıyor. Bir tane alıp evde dikebilirsiniz :) Ben küçük süs kaktüsleri almıştım, bir yıldan uzun süre dayandılar :)

Gün yavaş yavaş sona erdiğinde artık yapmanız gereken “Red Light District”e uğramak… Burası kırmızı sokak lambalarıyla aydınlatılan, sokağa bakan küçük odaların olduğu ve her odada bir bayanın sizi içeriye çekmeye çalıştığı, gecenin ilerleyen saatlerinde dar sokaklarda adım atamayacak duruma geldiğiniz, cinselliğin sorunsuzca sergilendiği bir yer. Aslında bir kanalın sağ ve solunda uzanan, bir çok küçük ve dar ara sokaklarla çevrili, etrafta bir çok barın da yer aldığı bir alan. Amsterdam’ın en ünlü ve en eski Coffee Shop’u Bulldog da burada birden fazla şubeye sahip.

Akşamları kalabalık olan diğer bir meydan “Rembrandt-Plein”. Burada da bir çok cafe, bar, gece klubü bulunuyor…


Eğlencenin yanında kültürel olarak da sizi doyurabilecek bir şehir Amsterdam… “Fashion and Museum District” adını verdikleri, isimden de anlaşılacağı gibi yolun bir tarafında dünyaca ünlü markaların mağazalarının yer aldığı, yüksek sosyo ekonomik gelire sahip kişilerin muhiti olan bir bölgeyi, sağında ise çok büyük bir yeşil arazi üzerine konumlanmış Amsterdam’ın en büyük ve eski müzesi olan “Rijksmuseum”u ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca herkesin albümünde yer alan “I AMSTERDAM” yazısının önünde çekilen o fotoğrafın kaynağı da burası! :) Ben bu yazı nerede acaba diye düşünürken tam olarak müzenin önünde yer aldığını görünce çok şaşırmıştım, nedense kendimi hep şehir merkezinde bir meydanda olacak diye şartlandırmışım :) Ama söylemem gerekiyor ki bu insan boyundaki harfleri boş bulmak mümkün değil! “D”nin içine sığmaya çalışan bir insan, “T”nin üstüne tırmanan bir insan, “M” harfine sırtını vermiş bir insan… Her yerde birileri oluyor, o tam istediğiniz fotoğrafı bir türlü yakalayamıyorsunuz :)

Müze bölgesinde ayrıca “Van Gogh Museum” ve “Stedelijk Museum” da bulunuyor, vaktiniz varsa bu sanat müzelerini de gezebilirsiniz...


Ve Amsterdam’da en keyif aldığım aktiviteyi anlatmak istiyorum; “Heineken Experience”…  Heineken bildiğiniz gibi Hollanda’nın en büyük bira markalarından biri. Heineken Experience adı verilen, aslında eskiden Heineken’ın bir fabrikası olan oldukça büyük ve eski bir binayı müze haline getirmişler. Müzeye girişinizden çıkışınıza kadar içeride çok farklı ve eğlenceli aktivitelere dahil oluyorsunuz; biranın tarihini öğreniyor, 5D odasında kendinizi bir arpayken buluyor ve  nasıl biraya dönüştüğünüzü deneyimliyor, tamamen ekranlarla çevrili bir odada gelmiş geçmiş tüm Heineken reklamlarından oluşan harika bir kolajı izleyebiliyor, isterseniz barda nasıl bira konulduğunu öğreniyor ve barmen sertifikası alıyor, biranın nasıl içilmesi gerektiğini öğreniyor, ücretsiz ikramlardan faydalanıyor, özel bir fonla resminizi veya videonuzu çekip mailinize gönderebiliyor, çıkışta Heineken Shop’tan dilediğiniz ürünü alabiliyorsunuz. Kısacası Amsterdam’da gidilmesi gereken en eğlenceli yerlerden biri diyebilirim :)

Amsterdam çok küçük bir şehir olduğu için gezmek amaçlı üç gün ideal bir süre bence. Dolayısıyla sizi çok yormayan ama keyifle vakit geçirebileceğiniz bir yer…


Amsterdam’dan kısa notlar:·   
  •      Amsterdam kreplerini tatmadan dönmeyin! Sabah kahvaltısında yumurtalı krep, öğlen dondurmalı krep, akşam etli krep yiyebilirsiniz. Krebi istediğiniz formata sokabiliyorsunuz :)
  •      Sakın Red Light’ta fotoğraf makinanızı kullanmaya çalışmayın, kişileri rahatsız etmemek adına kesinlikle yasak!
  •      Gün içinde kanalların etrafında konumlanan cafelerde bir şeyler içmek çok keyifli, mutlaka kanala ayaklarını uzatarak bir şeyler yiyip içmenin tadını çıkarmalısınız!
  •      Amsterdam’ın en büyük doğal parkı “Vondelpark”ta yürümeyi, mümkünse sabah kahvaltısı için pastanelerden bir şeyler alıp burada çimlerin üzerine serilerek kuş ve kuğular eşliğinde yemeyi ihmal etmeyin!
  •      Hiç ummasanız da (açıkçası ben gidince gördüm) Amsterdam peynirleri ile de ünlü! Sokaklarda büyük peynir dükkanları var, öyle güzel ve renkli sergiliyorlar ki almadan dönemiyorsunuz, peynir severlere özellikle hatırlatmak isterim :)
  •      Şehir içinde tramway ve otobüs hatları da mevcut ama yürümenizi tavsiye ederim, mesafeler oldukça kısa.
  •      Kanallar üzerindeki apartmanların bir çoğunun yana yatmış olduğunu fark edebilirsiniz! Zeminin yıllar içinde kaymış olması nedeniyle binaların simetrisi bozuluyor ve binalar kimi zaman 10 derece kadar yana yatabiliyor, değişik bir manzara:)
  •      Bir de vaktiniz olursa Leidsplein yakınındaki yine bir kanal kenarında konumlanmış olan “Hard Rock Cafe”ye gidebilirsiniz, burada cafe akşamları güzel bir bar konseptine bürünüyor, Hard Rock Cafe müdavimlerine tavsiye ediyorum :)



Bazen kendinizi sınırsız özgür hissettiğiniz anlar vardır, Amsterdam size bu anları yaşatan bir şehir… Kanalların içinde uzanan evler, sokaklarda bisikletler, her saat sınırsızca tüketilen alkol, tütün, vs… Hayat Amsterdam’da bir farklı akıyor :)

AFSCHEID – AMSTERDAM
02.06.2011

22 Mayıs 2011 Pazar

BERLIN... "Ich bin ein berliner!"

Gezdiğim şehirler arasında belki de en çok beğendim yer Berlin... Almanya'nın diğer şehirlerinin çok ötesinde... Burada hayat varmış ve ben çok geç keşfetmişim :)


Berlin notlarıma başlamadan önce belirtmek istiyorum ki, burada bana eşlik eden ve Berlin'de yaşayan bir arkadaşım vardı. Bu da demek oluyor ki çok bilinçli bir turisttim, bu yazımda sizinle mümkün olduğunca mekan isimlerini de paylaşmaya çalışacağım.




Berlin'de iki adet popüler (Türkiye'den çoğu uçuş buralara) havalimanı bulunuyor, Tegel ve Shoenefeld. İkisi de şehir merkezine aynı uzaklıkta diyebiliriz, tabi şehirde kalacağınız yer çok önemli. Ama merak etmeyin her şekilde otelden şehir merkezine bir otobüs var. Ben Tegel Havalimanını kullandım ve otele ulaşmak için taksi kullandım, fiyatlar diğer Avrupa şehirleri kadar pahalı değil. Burada değinmek istiyorum ki sanırım Berlin'deki taksi şoförlerinin yüzde doksan beşi Türk :) Yani gideceğiniz yere kadar bol bol Türkiye'den bahsedebilirsiniz, şehire ilk adım attığınız anlarda yabancılık çekmeyeceksiniz...


Berlin'de ulaşımı daha çok tramway ve otobüs ile sağlıyorsunuz. Metro ve tren de var ancak tramway hattı daha yoğun. Biletlerinizi günlük alırsanız daha ekonomik oluyor. Biletlerinizi tramwayın içindeki bilet zımbırtılarından temin edebilirsiniz, ama bunun için yanınızda bozuk para bulundurmayı ihmal etmeyin!




"Alexanderplatz" şehir merkezi diye tabir ettiğimiz yer. Burada her saat kalabalık meydanlar, caddeler ve etrafında cafeler var. Şehrin büyük alışveriş merkezleri ve en büyük tren istasyonu da burada yer alıyor. Alexanderplatz'a geldiğinizde yapmanız gereken önemli şeylerden biri "Fernsehturm"a (televizyon kulesi) çıkmak! Burası 203 metre yükseklikten tüm şehri 360 derece görmenizi sağlayan bir kule, tahmin edersiniz ki manzara inanılmaz! Alexanderplatz'da ayrıca meşhur "Dostluk Çeşmesi"ni de göreceksiniz. Çeşmenin havuzunda yüzen çocuklar görürseniz şaşırmayın :)




Alexanderplatz'dan yürüyerek yaklaşık 15 dakika uzaklıkta Berlin'in en önemli simgelerinden biri olan "Berliner Dom"a ulaşabilirsiniz. Burası çok eski bir kilise ve müze. Oldukça ihtişamlı bir yapı. Berliner Dom'un hemen arkası harika bir yeşil alan! Dinlenmek için çok ideal, zaten gidince göreceksiniz herkes yatar ve güneşlenir modda oluyor (muhtemelen ben baharda gittiğim için, kışın karla kaplı olabilir:). Ayrıca bu parkın bir köşesinde de "Altes Museum" ve hemen civarında "National Gallery" bulunuyor.




Metroya biniyoruz ve bir sonraki durağımız Berlin'in meşhur geçidi "Brandenburger Tor"da iniyoruz. Burası aslında savaş sırasında kullanılan bir sınır kapısı... Oldukça görkemli bir yapı, turistlerin önemli gezi noktalarından biri olduğu için geçidin bulunduğu yol her daim kalabalık. Ayrıca burası Berlin'in büyük festivallerinin yapıldığı alanlardan birine de ev sahipliği yapıyormuş, ne yazık ki ben gittiğimde hazırlıkları vardı, kaçırdım :)




Vee Berlin'in bir diğer simgesi "Berliner Mauer", Berlin Duvarı... Tahmin ettiğiniz gibi bir uzun bir duvar yıkıntısı bulamıyorsunuz, aksine oldukça iyi boyanmış ve döşenmiş bir kaç duvar şiltinden oluşuyor. Almanya tarihinde önemli bir tarihsel olaya (Doğu ve Batı Almanya'nın birbirinden ayrılmasına son vermek amacıyla yıkılmıştır) ev sahipliği yapsa da, o havayı nedense yakalayamıyorsunuz... Yine de buraya kadar gelip (bu arada geldiğim yer Potsdamer Platz) bu noktada yaşadığım hayal kırıklığımı giderecek önemli bir yeri de görmüş oldum, kesinlik gitmenizi tavsiye ediyorum; "Sony Center"! Bir post-mimari harika diyebilirim! Cam bir tavanla örtülmüş, gece bin bir renge bürünen ışıklandırmaya sahip, içinde hem alışveriş merkezi, hem sinema hem de bolca cafe ve restoranın bulunduğu keyifli bir teknomerkez...




Eğer vaktiniz varsa mutlaka ziyaret etmeniz gereken bir saraydan da bahsetmek istiyorum. Bir kaç toplu taşıma aracı değiştirmeniz gerekse de "Charlottenburg Palace" görmeniz gereken bir yapıt... Saray şimdilerde bir müze, içinde oldukça değerli eserler sergileniyor. Bence bundan da önemlisi sarayın sahip olduğu inanılmaz bahçe! Gözünüzün alabildiğine bir bahçeye sahip bu saray... Tabi ki bahçe içinde kocaman bir gölet de var, bu zaten Berlin parklarının bir klasiği, her park oldukça geniş ve içinde mutlaka bir gölet bulunuyor...




Vee görülmesi gereken son bir yer kaldı; "Checkpoint Charlie". Burası da Almanya tarihinde önemli bir yer temsil ediyor, Doğu-Batı Berlin arasındaki bir geçiş noktası, ortasında temsili bir ABD kontrol kulübesi var. Tabi ki günümüzde turist çekmek amacıyla kullanılıyor, askerlerle fotoğraf çektirmek istiyorsanız para ödüyorsunuz mesela :)




Biraz da Berlin gecelerinden bahsedelim... Geceye hazırlık için gidilebilecek güzel ve gençlerin popüler yerlerinden biri "Prenzlauer Berg". Burada "Schönwetter" adında bir mekan var, açık hava, yerler kum, ister masalarda ister şezlonglarda oturuyorsunuz. Dilerseniz arkadaşlarınızla mangal parti bile yapabilirsiniz! Ben oradayken bir grup genç barbekü parti ile doğumgünü kutluyordu mesela, özenmedim değil :) Akşamüstü bir diğer alternatifiniz "Warschauer Strasse". Sıra sıra bir sürü cafe bar var, gençlerin sevdiği yerlerden biri. Burada hafif bir şeyler içtikten sonra Berlin'in hiç bitmeyen gece hayatına akabiliriz artık :)


Berlin'de gece mekanları genelde farklı odaları olan ve her odada farklı müziklerin çaldığı barlardan oluşuyor. Oldukça başarılı bir uygulama, çünkü hangi tarz müzik seviyorsanız orada takılabiliyorsunuz, hatta bir çoğunda avlu gibi açık alanlar da mevcut, buralarda biraz soluklanabiliyorsunuz. Örneğin çok farklı underground barlar var, içinde pop müzik çalan bir alan, heavy metal grubunun sahne aldığı başka alan, bir rock grubunun sahne aldığı diğer bir alan, bilardo oynayabileceğiniz bir dinlenme alanı, ve belki de benim görmediğim başka alanlara da sahip olabiliyorlar! Ben çok eğlendim, biz alışık olmadığımız için underground girişi biraz ürkütücü, ama öğrendim ki Berlin'de bu çok popülermiş :) Önerebileceğim diğer bir yer biraz da İstiklal'i andıran "Prenzlauer Berg" veya daha bilinen adıyla "Kulturbrauerei". Burada da yine içinde birden fazla müzik alternatifinin bulunduğu "Frannz"a gidebilirsiniz, veya civarda bir çok kaliteli mekan da bulabilirsiniz. En önemlisi de Berlin gecelerinde saat kaç olursa olsun dönüş yolunda kendinizi hiç tedirgin hissetmemeniz! Sabaha karşı bile olsa kimsenin birbiriyle bir ilgisi yok, herkes kendi halinde, rahat rahat yürüyebilirsiniz...


Berlin'den kısa notlar:
  • Berlin'in simgesi ayıcıkları her yerde göreceksiniz, hatıra bir seyler almak istiyorsanız bu sembolü tercih edebilirsiniz,
  • Sakın Berliner yemeden dönmeyin! Bir sürü farklı reçel ile kombine ediyorlar ve özellikle sabah saatlerinde sıcacık bir berliner sizi kendinizden geçirebilir :)
  • Mutlaka bir parka gidip, gölet kenarında piknik yapın. Örneğin bir kahvaltınızı burada yapın, ama bir ördeğin size eşlik edeceğini unutmayın:)
  • Berlin'de de diğer Almanya şehirlerinde olduğu gibi yayaların uyması gereken ciddi bir trafik ışığı kuralı var! Yol boş olsa da sakın kırmızı da geçmeyin! Hele yakınınızda küçük bir çocuk varsa, ona kötü örnek olduğunuz için ceza yemeniz çok muhtemel!
  • Geceleri eve dönerken yabancı olmadığınız o tadı mutlaka deneyin; Döner! İnanın buradaki döner bir başka, etinden mi içine koydukları sostan mı bilmiyorum ama üst üste iki pide arası döner yemişliğim var:)
  • İçkinizi şerefe kaldırırken mutlaka karşınızdakinin gözünün içine bakın ve içmeden önce bardağı bir kez masaya vurun! Almanların bir geleneği bu; gözlere bakmazsanız kötü şans getireceğine inanıyorlar, masaya vurmak ise işin eğlence kısmı...
  • Almanların çoğu İngilizceyi çok iyi konuşuyor, iletişimde hiç sıkıntı çekmeyeceksiniz!



Berlin yaşanacak bir şehir... Sizi hem dinlendiren hem de eğlendiren, kimsenin sizi takmadığı ve dolayısıyla sizin kimseyi takmadığınız:), katı kurallardan uzak ama gerektiği kadar düzenli bir şehir... İnsan yaşadığı yerden daha başka ne ister ki...


TSCHÜS - BERLIN
19.05.2011